Felsefeye Genel Bakış - Yüzeysel - Kendi Notlarım

Felsefeye Genel Bakış - Yüzeysel - Kendi Notlarım

Şu ana kadar felsefe üzerine okuduklarım ve dinlediklerim sonucunda edindiğim genel çerçeveyi yazıya dökmeye karar verdim. Neredeyse yazacağım her bir cümle aslında üzerinde büyük sorgulamaların döndüğü ve düşünürlerin çokça görüş belirttiği şeyler olacak. Bunu biliyorum. Ben sadece şu anki genel çerçevemi kayda geçiriyorum.

Amacım şu anki genel felsefi düşünce sınırlarımı çizmek ve nelerin üzerine ayrıntılı düşünmem gerektiğini bulmak. Yani bu yazının içinde sorgulamalar sonucunda bir varış noktası aramıyoruz.

Ayrıca bilinmesi gerekir ki, bu düşünceleri kendimce yazmaya başladığımda bir yandan Felsefenin Kısa Tarihi isimli kitabı okuyordum. Bu yüzden notlarımın çoğu o kitaptaki bölümlerin sıralamasıyla devam etti diyebiliriz.

Bakalım neleri nasıl yorumlamaya çalışmışım, neleri not almışım... "Günahıyla, sevabıyla" ya da yanlışıyla, doğrusuyla...

Başlayalaım...

Üç (3) önemli bir rakam mıdır? Mesela, "Allah'ın hakkı üçtür" gibi cümleler duyarız bazen... Belki anlatılmak istenen "denge" olabilir.

Peki her şeyin zıttı var mıdır o zaman? Ve bu zıtlıkların bir "dengesi"?

Mesela şöyle diyebilir miyiz;

Özveri ve bencilliğin birleşimi olan Özben sahibi olmalıyız, tıpkı korku ve yürek yemişlik arasındaki Cesaret sahibi olmak gibi... Ama aynı zamanda 3 boyutlu varlıklarsak eğer tek boyuta indirgenip orada kalamayız. Her zaman Altın Ortadayken bazen sağa bazen de sola, hatta belki bazen yukarı bazen de aşağı hareket etmemiz gerekir... Karar vermek, bu noktadadır.

Ama biz üç boyuta tabiiyiz diye dördüncü boyutu yok saymamız beklenemez... Belki koordinat sistemi ve daha ötesi girmeli işin içine şimdide... Ve asıl şimdi seçimimizi yapalım ama yaşamın bizi sürüklediği yerin aslen bizim seçimimiz olmadığını bilerek bir soru daha soralım...

Ya doğduğumuz andan itibaren seçimlerimiz kısıtlandıysa mesela? Örneğin ben Türkiye’de doğarak Japonya’da doğmaktan kısıtlandım bir bakıma... Ve bu şekilde sonradan yapacağım tüm seçimler kodlandı diyebilir miyim yarınlara?

O zaman tam burada Özgür İrademi sorgulasam? Mesela, her şeyi sadece Tanrı’ya bağlamak Özgür İradeyi yok sayar mı? Ya da her şeyi sadece bireyin seçimlerine bağlamak mıdır Özgür İrade? Özgürlükten ne anladığımıza bağlı olarak değişecektir görüşümüz elbette... Saf özgürlükten (herkesin anladığı) bahsedemeyiz belki ama saf özgür olmama durumu da sahici değil sanki... Altın ortaya dönelim biz en iyisi...

Devam edelim...

Özgür İrade kavramını sorgularken Tanrı/Yaratıcı kavramına değinmemiz gerekiyorsa eğer aklıma gelen ilk soruyu soruyorum hemen, Tanrı var olmak zorunda mı, olmaması ne anlama gelir?

Bunun için sıfır noktasını ve zamansızlığı düşünebiliriz belki... En yüceyi "nedensiz bir neden" ve Big Bang teorisini başlangıç olarak... Düşünebilir miyiz gerçekten?

Bilemiyorum, ancak burada bir soluk alalım istiyorum. Buraya geri döneceğim ancak ya özgürlükten daha önemli bir şey varsa özgürlüğü tetikleyen diye bir soru aklıma takılıyor...?

Mesela toplum ve birey ilişkisine değinelim mi? Neden acaba her birey ciddi anamda kendi özgürlüğünü yaşamak için güvenliğe ihtiyaç duyuyor? Gerçekten güvende olmak özgür olmaktan daha mı önemlidir? İşte bu durumda özgürlük kavramını tekrar düşünüyorum, özgürlük gerçekten de bildiğim bir kavram mı? Sorguluyorum...

Ama işte yine bir çok çıkmaz sokaktan birine dalıyorum... Ya rüyadaysak ve bu sorgulamalar boşunaysa... Ona rağmen bir çıkış yolumuz var mı diye yine de sorguluyorum..?

Diyebiliriz ki tüm duyularımız bizi yanıltıyor olabilir ama bir şeyden emin olmalıydık, olabilirdik belki...

Her şeye rağmen ben düşünebiliyorsam ve düşünemediğim bir an kurgulayamıyorsam o zaman benim düşünebilme durumum kesindi... Hatta ben düşünemiyor olduğumu da kanıtlarsam kendimle çelişirim ve yine düşünebildiğim sonucuna varabilirim... Evet Descartes'ten bahsediyoruz şu anda. Peki ya o kötü cin örneği... O cin benim düşünebiliyormuş gibi hissettmemi pekala sağlayabilir sanki?

Hisler...

Düşünebiliyor gibi göründüğüm neredeyse kesin ama varlığımdan hala emin olamıyorum... diyebilir miyiz Descartes’in "düşünüyorum öyleyse varım" sözünden yola çıkarak... Neyse... Her şeye rağmen Descartes bana yine Altın Ortayı hatırlattı...

Çok şüphelenmek ile kesin bir yargıya varmak arasındaki Altın Orta nedir acaba?

Peki ya tekrar Tanrı kavramına dönersek, Tanrı kavramının zıttı ile arasında da bir Altın Orta var mıdır?

Mesela yazı tura gibi düşünebilir miydik? Olasılıklar üzerine bahis oynasak riskimiz ve kazanma oranımız ne olurdu? Yoksa böyle bir düşünce bile yanlışlık(günah) mıdır?

Ama ya Tanrı’yı insani (insan benzeri ama insandan üstün) bir varlık olarak düşünmek doğru muydu? Önce bilmemiz gereken şey belki de buydu... Tasavvur ettiğimiz Tanrı neye benzemeli? Ya da daha doğrusu bir şeye benzemeli mi?

Mesela, Tanrı = Doğa olabilir miydi? Aslında gördüğümüz her şey ve hatta biz insanlar dahil Tanrı’nın birer parçası olabilir miyiz? Spinoza ve Spinozanın Tanrısına inanan Albert Einstein tam olarak Tanrı kavramını nasıl düşünüyorlardı?

Peki ya biz kimiz? Yani, üstünlük durumunu da genellikle kendi türümüz üzerinden ölçüyoruz ya hani... İnsan olarak kendimizi ne kadar tanıyoruz? İnsan kavramından ne anlıyoruz?

Kalıplaşmış insan kavramından bahsetmek istemiyorum. Düşünüyorum, insan doğduğunda ne ise gençliğinde ve yaşlılığında da aynı insan mıdır? Yoksa aynı insan olarak kalıyor ama kişilik olarak mı değişiyoruz?

Aslında yine bir çıkmaz sokak sanki...

İnsanlığın algıladığı Dünya'ya gelelim mesela... Bu sefer rüya benzetmesi değil de daha çok algılama konusunu sorgulayalım.

İnsanlık olarak algıladığımız Dünya sadece algılarımızda var olabilir mi? Gerçek ile yanılsama arasında bir çizgi belki... Tıpkı hayalimizde canlandırdığımız şeyleri bazen gerçekmiş gibi hissetmek istememiz gibi... Yani bu şekilde düşünürsek, belki Dünya sadece düşüncelerden ibaretti... Düşüncelerimizle kavrıyorduk/yaratıyorduk veya önceden türdeşlerimizin yarattıkları olgulardan olanı algılıyorduk...

Bu düşünce immateryalist gibi, evet... Çelişki de şu; herşeye rağmen dokunduğum bir varlık olmalı veya şekilden şekle girebilen düşünceye dokunabilmeliyim bence... Ya da belki yine sadece Altın Ortaya gelmek istiyorum...

Ama ya hiç bunları bile düşünmemize gerek yoksa... Zaten yaratılabilecek en iyi Dünya’da yaşıyorsak... Ne gerek vardı bu kadar anlam aramaya? Yaradan zaten en iyiyi ve kötüyü yeterince oranlayarak yaratmıştı ve herkes gerektiğinde bu iyilik ve kötülükten ne anlam çıkarırsa çıkarsın doğru yola gitmek için uğraşıyordu diyebilir miyiz?

Ama buna rağmen, yine de hiçbir şey yapmadan durmak saçma oluyor değil mi? Sürekli bir yerlerde düzeltmek istediğimiz şeyler var. Her şey mükemmel olsa bile gelişmek ve geliştirmek istiyoruz. İsteklerimiz var... Yani, Voltaire'ın da dediği gibi yine de “bahçemizi ekmemiz gerek” ayrıca...

O zaman sorgulamaya devam mı edelim?

Hadi bir de tasarımlara değinelim... Mesela gözlerimiz, ağaçlar, çiçekler, dünyanın kendisi ve evren hepsi birer tasarım ürünüdür bir bakıma... Öyle değil mi?

Peki bir Tanrı’nın kanıtı mıdır?

Hume’a göre değildir... Yeterince kanıt sayılmaz, çünkü gözümüz mükemmel olsaydı bozulmazdı gibi bir argümanla şuna benzer bir sonuç çıkarıyor; Mutlak güce sahip bir varlık neden bozulan bir şey yaratsın?

Belki de şöyle demeliyiz, Yaradan 1 olabilcek bir 0 yarattı ve o yaratılan şey evrim geçirerek mükemmelliğe doğru yol alıyor... Olabilir mi?

Unutmazsam eğer bu kısıma tekrar bir değineyim...

Şimdi biraz da insanlığın bireysel ve toplumsal iradesine odaklanalım mı? Sorgulayalım... İrade kelimesi tam olarak neyi ifade ediyor?

Şu anki şehir yaşantımızda yeterince özgür olmak için Genel İrade’ye hitap etmek zorundaysak Altın Ortada mı olmuş oluruz?

Burada çok net bir şekilde İrade kelimesini irdeleyemediğimi fark ettim. Buradan daha fazla devam edemem...

Peki, Kant'a doğru gelelim. Toplum olarak yaşıyoruz ve toplum ile birey arasındaki ilişki çok daha karmaşık ve bir o kadar sistemli olmalı gibi... Kurallar bütünü veya kuralsızlıklar... Ahlak’a, Bakış Açımız’a, Filtrelerimiz’e değinelim mi?

Dünya’yı kendi pembe filtremden gördüğümü çok da fazla düşünmemiştim doğrusu. Ve şöyle ki herkesin kendi "pembe filtresi" var ve bu da tam olarak bu yüzden kesin bir doğru üzerinde konuşuyor olsak da herkesi ikna edemememizin sebebi gibi...

Ya da şöyle diyelim; çoğu zaman doğru olana hiç yanlış olabileceği gözüyle bakmıyoruz. Ama bakanları eleştirmekten geri durmuyoruz.

Peki... Yaptıklarımızın, düşündüklerimizin, sorgulamalarımızın altında yatan asıl neden filtrelerden de öte, sahip olmak istediğimiz hazlar olabilir mi?

Yani aslında en komplike şeyi bile yaparken sadece sonucunda alacağımız hazzı düşünüp/hesaplayıp o şekilde hareket ediyor olabilir miyiz?

Belki kulağa hoş gelmeyecek ama Tanrı’nın varlığını sorgulayıp kendince bir sonuç yaratan insanlar -örneğin- kendini diğer insanlardan üstün görme hazzı için bunu yapmak, bu tür komplike soruları cevaplamak istiyor olabilir mi? Yani "Tanrı var mı" sorusunu sormaktaki asıl amaç/nihai sonuç Tanrı değil de bu soruya kişinin ürettiği "mükemmel cevap" sonucunda alacağı haz ve üstünlük duygusu olabilir mi?

Düşününce ilginç gelmiyor da değil... Tanrı'nın varlığı gibi komplike bir soru veya Matematik konusunda yıllardır çözülememiş bir problem, hiç fark etmez... Yılların sorularına cevap bulmayı neden ister ki insan?

Ne zamana kadar süreceği belli olmamakla birlikte bu hazlar da ölümlü nihayetinde... Hegel’in Tin dediği şeye gelirsek... Tarihteki akışa bakarsak...

Şöyle ki;

Herkes bir öncekinden daha iyi bir haz almak için -azami ölçüde- AntiTez üretmeye girişir... Hatta buna programlanmış gibiyizdir. Ve nedense -ne zamana kadar süreceğini bilemediğimiz şey tam olarak bu- o ürettiğimiz Tez’e de "ölümüne" bağlanırız... AntiTez’i üretilemezmiş gibi "ölümüne" bağlanırız ama bir de bakarız ki yeni bir AntiTez üzerine çalışmak zorunda kalırız...

Ve Hegel işte bunların Sentezine Tin’in özgürlüğü diyor ve bu Tin yeni bir Tez oluyor ve yine AntiTezi ile yeni bir Sentezden sonra Tin’e dönüşüyor...

Ama ilginçtir Hegel bile bu fikrine karşı çıkan insanları "cahil" görebiliyor... Ve kendi Tezine yeni bir AntiTez duymak istemiyor.

Peki ya tek bir düşüncenin/enerjinin birer kırıntısıysak... Birbirimize bağlı olduğumuzu ve birbirimizi ilgilendirdiğimizi varsayarsak... Etki ve tepkimiz sonucu bir bağlantıdan bahsediyorum. Biririmizi "özgür" bırakmamız buna bağlanır mı?

Öte yandan herkesin kendi deneyim yolculuğunu kendisinin tasarlamasına müsaade etmek yine buna bir örnektir... Kendi deneyim yolculuğunu yaşarken başkasının deneyimlerini yok etmemek şartıyla, özgürlük...

Unutmadım, evrim demiştik... Şimdi, birbirimize bağlı oluşumuzla ilgili olan varsayımı alalım ve evrim düşüncesiyle bağdaştıralım...

Belki Darwin’in Türlerin Kökeni’nde anlatmak istediklerine değinmeliyiz... Evrim süreci de herkesin kendi çevresinde deneyimledikleriyle şekillenmesini savunur kabaca... Bu da bir tür özgürlükle sıkışmışlık arasındadır aslında...

Ya Din’lere gelirsek... 

İbrahimi dinlerde veya diğerlerinde bir çıkış yolu var mıdır? Yoksa Dinler de Felsefi bir açıklamaya/sorgulamaya mı dayanır?

Ya eşitlik? Herkes eşit olmalı mı? 10 birim çalışan da 1 birim çalışan da eşit midir? Ya da bu konuda da eşitlik bir şekilde dağıtılabilir mi? Ekonomik ilişkiler günümüz dünyasında her şeyi birbiriyle ilişkilendirebilir mi?

Ya sorduğumuz soruların tek bir doğru cevabı yoksa, Pragmatist bakış açısı ile bakmak doğru olur mu? O an için doğru ise doğru, yanlışsa da yanlıştır ama zamanla değişebilir... 

Ayrıca soruyu sorarken kullandığımız kelimelerin anlamlarımdan ne anladığımıza göre de sorunun cevabında uzlaşmakta zorlanabiliriz...

Örneğin, "Tanrı öldü" ifadesini/düşüncesini Nietzsche neye dayandırır? Ahlak kurallarının yıkılmasına mı sadece? Ya üst-insan düşüncesi?

Bir de kullandığımız kelimeleri sorgulamak istemeyişliğimiz var. Sürekli bildiğimizi sanmamıza neden oluşumuz... Örneğin, çok kullanılan ama az anlamlandırılan Bilinç kelimesi...

Freud’un "bilinç dışı arzular" düşüncesi de bir o kadar ilginçtir mesela... Gerçekten de bazı duygularımızı/düşüncelerimizi bastırıyoruz ve bunları içimizden bir şekilde atana kadar debeleniyoruz...

Mesela bir çocuğun bilincine/kavrayışına "Tanrı yok bu yüzden şimdilik güvendesin..." söylemi ekilse ne olur? Her yanlış giden olayda "Tanrı’nın geldiği" savını mı üretir?

Yani kelimelerden ne anladığımızdan çok belki de kavrayışımızdır asıl düşüncemizi belirleyen...

Peki ya her söylediğimiz şeyi bir mantığa oturtursak... Yani mantıksal bir açıklamasını yapabilirsek ne olurdu?

Mesela böyle bir durumda Russell'in "Fransa'nın şu anki kralı keldir" cümlesi hakkında çabucak hemfikir olabilir miydik? 

Bence, kesinlikle uzlaşma yollarımızdan biri açıkça bir şeyleri mantık çerçevesinde, analizlerimizle tanımlayabilmemizde yatıyor.

Peki ya cümlemiz "Tanrı vardır" veya "işkence kötüdür" gibi cümlelerse... Bunlarda nasıl uzlaşacaktık? Kanıtı olmayan veya kendini doğrulamayan cümleler sadece "anlamsız" mıdır?

Ama Sartre'ye göre de varolmuşuzdan sonra tüm yaptıklarımız/seçimlerimiz bize ait... Şu an bu cümleleri anlamlandırma seçimi bana ait, özgürüm... Üzülmem de sevinmem de buna dahil... Üzülmek zorunda değilim... Anlam bulmak zorunda da değilim...

Pekiii... Ya dilimizi anlaşılır konuşmadığımızdan yani öznel/bireysel kaldığımızdan tüm bu felsefik soruları boşuna soruyor olabilir miyiz? Önce dilimizi yani kelimelerden ve cümlelerden anladığımız şeyleri doğru tanımamız gerekiyor olabilir mi?

Ya, sadece etrafımızda olanlarla ilgilenirsek ve genellikle bize söylenenleri yaparsak ne olur?

Ya da sorgulamaya devam etmemizin doğru bir formülü var mıdır? Tümevarım ya da Tümdengelim gibi... 

Bilim yanlışlanabilir olduğu için mi mantıklıdır? 

Felsefe de Bilim gibi deneylere dayandırılabilir mi?

Aslında düşünsel olarak sürekli deneye tabii tutuyoruz düşüncelerimizi bana kalırsa... Örneğin, "Tanrı yoksa" olaylar şu şekilde gelişir, "Tanrı varsa" olaylar şu şekilde gelişir diye argümanlar üüretiyoruz ve sonucunda -örneğin- "Tanrı olmak zorunda" diyoruz... Ya da tam tersi... Ama düşünce deneylerini "düşünsel" yapıyor olmamız biraz "saçmadır"... Açıklaması zor.

Peki şuna ne dersiniz? "Bir tren geliyor ve eğer düz devam ederse 5 işçiyi öldürecek, siz hemen yanınızdaki kola dokunursanız tren makastan geçip 1 kişiyi öldürecek..." Bu biraz daha anlaşılır bir deneydir... Çok farklı versiyonları da oluşturulabilir... Ve bir yerden sonra gerçekten işin içinden çıkılmaz sorulara dönüşebilir...

Ve şimdi de herkes eşit mi, Adalet nedir, nasıl sağlanır gibi soruları sormaya başlıyoruz... Neye göre kimi kurtaracağımıza karar verebiliriz? Afrika'da kendi seçmediği bir toplulukta doğan çocuk neden açlıktan veya susuzluktan ölmek zorunda kalıyor? Amerika'dakinden farkı ne?

Mesela bu soruların yapay zeka ile çözülmesini olası buluyorum ben, şöyle ki, yapay zekayı bir tür romanlardaki tanrı bakış açısı gibi düşünebiliriz... Treni durdurabilecek güçte de olabilir -bu özellik ona eklenebilir- ya da Dünyanın neresinde olursa olsun, insanların ne kadar yemeğe ve suya ihtiyaç duyduğunu bilebilir... Ama biz insanlar sadece trenin yönünü değiştirebiliriz veya duygusal davranıp mantığı boş verebiliriz...

Peki ya yapay zeka düşünebilirse ve önündeki 5 insanı ya da 1 insanı öldürürse... Yine çıkmaza gireriz sanırım... Bir şekilde Turing Testi veya Çin Odası testine tabii tutulmuş bir yapay zekayla çalışıyor olsak bile her zaman aklımızı kurcalayan yeni sorularla uğraşacağız gibi...

Ya sadece insan açısından düşünürsek... Nehirde boğulan çocuğa yardım etmekle, Afrika'da temiz su bulamadığı için ölen insana yardım etmek arasında nasıl bir fark vardır... Sadece biri önünüzde diğer ise okyanus ötesindedir... Ama her iki çocuk da ölmek istememektedir...

Peter Singer'in verdiği diğer bir örnekte de "hayvanların acı çekmesinin ve -örneğin- bitkisel hayattaki insanların ya da engelli insanların acı çekmesinin" karşılaştırılması üzerine düşündürttüğünde... Birçok insanın aslında sadece ırkçı değil "türcü" olduğunu anlıyoruz... Maalesef birçok konuda bir de bakıyorum ki ben de ırkçı olmasam da "türcüymüşüm"...

Evet... Sorgulamak gerçekten güzel bir şey... Bir şekilde yanlışı ve doğruyu bulmamızı, gerektiğinde bunların yerini değiştirmemizi sağlayan bir şeydir Sorgulamak... Ama bir an için sorgulamanın zıttı nedir diye de düşündüm... Neyse, tekrar başa dönmeyelim...

Notlarımı toparlarken Felsefenin Kısa Tarihi adlı kitabın da burada sonuna gelmiş oldum... Nigel Warburton'un son paragrafıyla bitireyim yazdıklarımı...

"Felsefe, tuhaf sorularla ve zorlu meydan okuyuşlarla başladı; çevremizde Peter Singer gibi atsineği filozoflar oldukça, Sokrates'in ruhunun felsefenin geleceğini şekillendirmeye devam edeceğini söyleyebiliriz."

Bu arada Felsefenin Kısa Tarihi 2000 yıllık Batı felsefesinin tarihini Sokrates'ten başlayarak Peter Singer'e kadar, kitabın isminde de belirtildiği gibi kısaca inceliyor.

Konu hakkında aşağıdaki yorum kutusundan görüşlerinizi belirtebilirsiniz.

Yorumlar